Zafiyet “dörtlü” diye bilinen geleneksel inisiyatif merkezi üzerinden tartışılsa da, yönetimlerinde sosyalistlerin de olduğu bu kurumların gerileyişi, esasen sosyalist siyaset alanında yaşanan bir gerileyişe, devrimci siyasetin tasfiyesine bağlı olarak gelişmiştir. Mesele de dörtlünün nasıl ıslah edileceği ya da yerlerine bir eşdeğer inisiyatifin nasıl konacağı değil günün sınıf savaşlarının gerektirdiği bir devrimci inisiyatif merkezinin nasıl yaratılacağıdır
31 Mart 2024 seçimlerinde AKP’nin yerel yönetimlerde yaşadığı yenilginin gizli öznesi Türkiye işçi sınıfıdır. Gizli öznedir çünkü seçim sürecine örgütlü politik bir güç olarak işçi sınıfının iktidar mücadelesini veren bir partiyle müdahil olamamış, emek düşmanı sermaye politikalarının bugünkü icracısı olan AKP’ye itirazını yine sermaye politikalarını esas alan başka partileri öne çıkararak göstermiştir. Gizli de olsa öznedir çünkü seçim haritasını değiştiren şey, emekçiler karşısında tavizsiz bir sermaye programı uygulayan ve bunun gerektirdiği baskı ve şiddet politikaları ile toplumu kontrol altında tutmaya çalışan bir iktidar ve onun yerel uzantıları karşısında proleterleşmiş halk kesimlerinin sınıfsal tepkileridir.
Seçim haritasındaki değişimin yalnızca AKP tabanının sandığa gitmemesi, Yeniden Refah Partisi’nin pazarlıkta anlaşamayıp İslamcı oyları bölmesi ya da CHP’nin bir tür ANAP’laşma yaşayarak sağa kaymasına bağlanamayacağını, kimlik bariyerlerini aşan bir sınıfsal tepki ile karşı karşıya olduğumuzu gösteren pek çok veri var. Ayrıntılı analizler AKP-MHP kitlesinden de CHP’ye oy geçişleri olduğunu gösteriyor. “Halkçı belediyecilik” adına sosyal-liberal bir hat tutturmayı başaran CHP’nin neoliberal politikaları ilkesel olarak kabullenen bir düzen partisi olduğu bir gerçekse, ona İç Ege ve İç Anadolu’dan oy veren seçmenin önemli bir kısmının gözünde fazlasıyla solcu hatta “komünist” olduğu da bir başka gerçektir. Burada CHP’nin ne olduğundan çok, sağcılık adına ağzıyla kuş tutsa dahi CHP’yi solcu, dinsiz, hatta komünist kabul eden kitlelerin oy davranışındaki değişime yansıyan bir toplumsal dönüşümden söz ediyoruz.
Türkiye işçi sınıfının geniş kesimleri, eskiden kimliksel aidiyetleri üzerinden özdeşlik kurduğu sermaye fraksiyonlarıyla artık eskisi kadar kuvvetli bir özdeşlik kuramıyor. On milyonlarca insanın farklı kimliksel ve buna dayalı siyasal aidiyetler içinde yaşadığı mülksüzleşme, yoksullaşma, yaşam pahalılığı, düşük ücretler, ağır çalışma koşulları, emeklilerin hepten gözden çıkarılması gibi ortak deneyimler onları tek bir ordu haline getirmese de kendi sefaletleri karşısında zenginliği artan kesimlerle mesafelenmelerine yol açıyor. Bu mesafe, ekonomi politikalarının sorgulanması ile sınırlı olmayan siyasal sonuçlar da üretiyor. Örneğin, kesintisiz tırmandığı 20 yıldır aleni bir gerçek olan Türkiye-İsrail ticaretinin bugün sorgulanır hale gelmesi de ancak Türkiye toplumunun sınıfsal dönüşümüyle izah edilebilir. İsrail’den Heron (İHA) savaş uçaklarının alındığı televizyonlardan bangır bangır yayımlanırken, Umre ziyareti için Kudüs’e gidenler bunun Diyanet-İsrail ortaklığında yapıldığını ister istemez öğrenirken, Mescid-i Aksa’nın halıları AKP’ye yakın ve İsrail ortaklı bir firma tarafından üretilirken, üstelik Gazze o dönemde de binlerce kişinin katledildiği İsrail saldırılarına maruz kalırken boykot çağrıları duymazdan gelinebiliyordu. İslamcı sermayenin kâr etmesi, Türkiye kapitalizminin İsrail’le işbirliği içinde de olsa gelişmesi, işçi sınıfının muhafazakâr kesimleri açısından kendi lehlerine bir durum olarak algılanıyor, en azından aksi düşünülemiyordu. Şimdi yeni olan durum şu ki aksi düşünülebiliyor: Sermayenin kâr etmesi, hepimizin kazanması anlamına gelmiyor. Önemli ölçüde Yeniden Refah Partisi’nin yelkenini doldurmuşsa da, Filistin direnişine destek dolayımında dile gelen sınıfsal bir tepki var karşımızda. Bu tepkinin Yeniden Refah’ı Cumhur İttifakı’ndan kopardığı da kenara yazılmalı, yoksa o yelken o kadar dolmazdı.
Yerel seçimlerde büyük bir yenilgi yaşasa da elbette Tayyip Erdoğan hâlâ iktidarda, bir genel seçimde sonuçlar çok farklı olabilir ancak bir seçim sonucunda hezimet bir başka seçim sonucunda zafer havasına girmektense tüm bu anlık “yenilgi” ve “zafer”lerin, içinde anlam kazandığı uzun vadeli eğilimlere ve bu sonuçları belirleyen gerçek dinamiklere odaklanmak daha sağlıklı olacaktır. Faşizm iktidarda ancak ona teslim olmayan, iktidardakinin de mutlak iktidar ya da memleketin tek sahibi olmadığını hatırlatan kuvvetli bir toplumsal direnç var. Bu ikisi arasındaki mücadele uzun süredir devam ediyor. Gezi ve Kobanê direnişlerinden sonra faşizm bir isyan bastırma rejimi biçiminde karşımıza çıkmış, isyanlar bastırılmış ancak muhtemel yeni isyanları bağrında taşıyan toplumsal direnç ortadan kaldırılamamıştır. Yerel seçimlerde de karşımıza şaşırtıcı bir seçim sonuçları haritası çıkarmıştır. Bu harita bir kazanan ve kaybeden partiler haritasından çok, Türkiye siyasetinde alttan alta yaşanan sınıfsal ve buna bağlı toplumsal dönüşümü görünmezleştiren buzun çatlayışının haritasıdır. İçinde bulunduğumuz an’a ilişkin siyasal analizleri, Tayyip Erdoğan’la Özgür Özel’in görüşmelerinde sandalyelerin nasıl konumlandırıldığı üzerinden değil de Türkiye’de sınıfların ve onların temsiline ya da yönetimine soyunan siyasal aktörlerin nasıl konumlandığı üzerinden yaptığımızda daha sağlıklı sonuçlara erişilebilir. Türkiye işçi sınıfı bir gizli özne olarak buzu çatlatırken, hatta sendikal bürokrasiyi pek de hazır ve niyetli olmadığı halde 1 Mayıs’ta Taksim’e çağrı yapmak zorunda hissettirirken, Türkiye’nin düzen siyaseti de Erdoğan yönetimindeki isyan bastırma rejiminin yanında, ortadan kaldıramadığı toplumsal direnci sisteme eklemlemeye aday yeni bir seçenek olarak CHP’yi test etmektedir. İşte 2024 İstanbul 1 Mayıs’ı ve sonrasında yaşananlar, bu üçünün birbirleri karşısındaki konumlanışının güzel bir resmini sunmuştur.
İstanbul 1 Mayıs’ının örgütlenişi ve yönetimi itibari ile utanılası bir 1 Mayıs olduğu doğrudur. Ancak öncesi ve sonrasıyla o gün yaşanan her şey yukarıda söz ettiğimiz konumlanışa uygundur. Yaşananlar, gerçek bir hesaplaşma yapmak üzere tartışma konusu haline getirilmediği için görünmez bariyerler oluşturan bir gerçeğin artık gizlenemez hale gelmesi açısından hayırlıdır da. İsyan bastırma rejimi karşısında işçi sınıfının bağımsız politik kapasitesine güvenen bir direniş çizgisi izlemek yerine sisteme eklemlenmeyi akılcılaştıran muhalefet merkezlerinin ördüğü cam (görünmez) bariyer 1 Mayıs vesilesi ile görünür hale gelmiştir. Emekçiler Taksim’e çıkamasın diye Bozdoğan Kemeri’nin altına kurulan polis barikatına atılan tekmeler, o barikatı kıpırdatamadıysa da, meselenin yasal/anayasal değil uzlaşmaz sınıfsal bir mesele olduğunu gösterdiği gibi bu cam bariyeri de çatlatmıştır. Nihayetinde işçi sınıfı ve devrimciler önlerinde iki bariyer olduğunu görmüştür. Birinci bariyer AKP’nin 1 Mayıs yasağının simgesi olarak Bozdoğan Kemeri’nin altına dizilen polis barikatıdır. İkincisi de bu 1 Mayıs’ın bir mizansen sınırında kalması için elinden geleni yapan (ya da yapmayan mı demeli) DİSK-CHP hattında gelişen inisiyatifsizleştirme iradesidir.
Önce birinci bariyeri tartışalım: Yerel seçimlerde AKP’nin alaşağı edilişinin gizli öznesi olan Türkiye işçi sınıfının hoşnutsuzluğu, Mehmet Şimşek tarafından uygulanan emek düşmanı ekonomi programı nedeniyle önümüzdeki dönemde daha da büyüyecektir. Sermayenin taleplerini esas alan hükümet, emeğe taviz veremeyeceğini daha seçim öncesinden seçmeni kızdırma pahasına ortaya koymuştur. Emeğe taviz verememek basitçe ücretleri düşük tutmak, sosyal harcamaları sınırlandırmak, vergi adaletsizliği vs. değildir. Böylesi bir programı uygulayabilmek için emeğin kendi çıkarlarını savunma, sesini duyurma ve talepleri için etkin mücadele etme olanaklarının da sınırlandırılması gerekir. Çoğunluğun rıza göstermesini sağlayacak bir refahın oluşturulamadığı, yıllardır iktidar lehine işleyen kimlik siyaseti bariyerlerinin zayıfladığı yerde baskı ve şiddet politikalarının devreye sokulması gerekir. Türkiye işçi sınıfı ve devrimci hareketinin 50 yıllık tarihinden süzülen simgeselliğiyle, Taksim 1 Mayıs’ında ısrar da örgütsüz, siyasetsiz ve inisiyatifsiz bırakılmış bu gizli öznenin bağımsız politik iddiasının en güçlü simgesel ifadesidir. Her ne şekilde olursa olsun AKP bu simge ile barışamaz. 2004’ten 2009’a uzanan militan direnişlerden sonra gelen birkaç yıllık izinli Taksim sürecine tahammül edememiş ve 2013’te Taksim’i yeniden yasaklamış ve bu aynı yıl gerçekleşen Gezi İsyanı’nın ardından isyan bastırma sürecinin de 1 numaralı yasağı olmuştur.
Şimdi gelelim ikinci bariyere: 2013 Gezi Direnişi’ne uzanan yıllardaki çatışmalı ve izinli 1 Mayıs’larda Taksim’e mevcut sendikal ya da politik örgütlü güçler toplamının hem nicelik hem de nitelik olarak çok üstünde bir katılım olmuş, Taksim simgeselliğinde ortaya konan meydan okuma ve politik iddia geniş kitleler tarafından sahiplenilmiş, Türkiye işçi sınıfı, toplumsal müttefikleri ve devrimci hareketi bütün birikimi, çeşitliliği, yeni dinamikleri, yıkıcı ve yaratıcı kapasitesiyle alanda boy göstermiştir. Ancak 1 Mayıs’ların görkemine kimin sahip çıkacağı sorusu yanıtsız kalmış, Gezi Direnişi’nin ya da diğer adıyla Haziran İsyanı’nın kaderi biraz da bu sahipsizlikle belirlenmiş, uzun süre toplumsal muhalefetin genelinin sorumluluğunu taşıyan DİSK-KESK-TMMOB-TTB’den oluşan geleneksel inisiyatif merkezi de bu rolü adım adım terk etmiştir. Zafiyet “dörtlü” diye bilinen bu kurumlar üzerinden tartışılsa da, yönetimlerinde sosyalistlerin de olduğu bu kurumların gerileyişi, esasen sosyalist siyaset alanında yaşanan bir gerileyişe, devrimci siyasetin tasfiyesine bağlı olarak gelişmiştir. “Türkiye devrimci hareketi” diye andığımızda sözcüğün hakkını verecek pek bir şey kalmadığını bildiğimiz için öyle anmaktan artık uzak durduğumuz Türkiye sosyalist hareketi, devrimci siyasetin imkansızlığı fikrinden hareketle sistem içine sığınarak Reel Sol’a dönüşmüş, bu durum özne, ittifak, araç ve yöntem tartışmalarına da yansımıştır. Reel Sol ve emek-meslek örgütlerindeki izdüşümleri açısından, işçi sınıfı siyasetin öznesi değil seçmen, devrimciler müttefik değil “arıza”, düzen dışı ve düzen karşıtı siyaset en fazla bir retorik unsuru, meşru militan mücadele de eski bir anı olarak kodlanmıştır. Nihayetinde DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin pandemiden bu yana ortak mücadele süreçlerinde sosyalist kurumlarla yan yana gelmekten kaçınması ile başlayan süreçte, DİSK’in bu yılki 1 Mayıs örgütlenme sürecinde KESK, TMMOB ve TTB’yle görüşme kanallarını da, hatta yönetim dışındaki sendikaların sözünü söyleyebildiği DİSK Başkanlar Kurulu mekanizmasını da işletmediği, Saraçhane’den Taksim’e yürüyüş çağrısının DİSK-CHP arası arka kapı görüşmeleriyle örgütlenen bir mizansene dönüştüğü, DİSK ve KESK’in çağrısıyla Saraçhane’ye gelenler Taksim’e doğru yürüyüşe geçip polis bariyerine dayandığında komitenin eylemi sonlandırdığı ve kitle tarafından yuhalandığı, ertesi günlerde 1 Mayıs katılımcıları evlerinden alınıp tutuklanırken de istiflerini bozmadıkları trajikomik bir duruma varılmıştır.
DİSK genel merkezinin CHP ile -yeni olmayan- yakın mesaisi, işçi sınıfı açısından aşılması gereken bir başka bariyer, bir inisiyatifsizleştirme bariyeri olarak karşımızdadır. 1 Mayıs günü bu inisiyatifsizleştirme hamlesine karşı, arka planda ne döndüğünü az çok bilerek, Saraçhane’ye giden ve Taksim yönünde Bozdoğan Kemeri’nin altındaki aşılmaz polis barikatı karşısında direniş haklarını kullanan binler bu cam bariyeri yıkmasa da çatlatmış ve görünür hale getirmiştir. Yaklaşık yarım asırdır devrimci politik iddiasını Taksim 1 Mayıs’larında ortaya koyan, bu yolda ağır bedeller ödeyen ama vazgeçmeyen Türkiye işçi sınıfı ve devrimci hareketi, Valiliğin bariyerlerine takılmadı. Esas bariyer örgütsüzlük, siyasetsizlik, inisiyatifsizlik bariyeridir. Burada da -iğneyi değil- çuvaldızı kendimize batırmalıyız. İşçi sınıfının örgütsüz, siyasetsiz, inisiyatifsiz bırakılmasını bir sorun olarak gören ve çözüme dair sorumluluk taşıyanlar, devrimci siyaset iddiasında olanlardır. Devrimci eleştirinin gereği, maç yorumcusu gibi olanları seyredip ağzına geleni söylemek değil, yapılması gerekeni yapmak için inisiyatif almaktır da. Bu da 1 Mayıs gününün örgütlenmesinden geniş kitlelere hitap eden orta ve uzun vadeli mücadele programlarının ortaya konmasına bir dizi somut görevin altına girilmesiyle mümkündür.
Emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin genelinin sorumluluğuna dair aldıkları inisiyatifi 10 yıldır tedricen terk eden ve artık kendi ölülerini kendileri gömmekte olan eski inisiyatif merkezi olarak dörtlünün yerini almaya aday eşdeğer bir başka birleştirici inisiyatif merkezi henüz yoktur. Mesele de zaten bunların nasıl ıslah edileceği ya da yerlerine bir eşdeğer inisiyatifin nasıl konacağı değil günün sınıf savaşlarının gerektirdiği bir devrimci inisiyatif merkezinin nasıl yaratılacağıdır. Bu soruya yanıt ararken bize iki hareket noktası yol gösterebilir. Birincisi yazının başından bu yana vurguladığımız, Türkiye siyaset sahnesindeki dengeleri zorlayan gizli özne olarak Türkiye işçi sınıfının devrimci kapasitesidir. İkinci hareket noktamız da, daha önce Direniş Fraksiyonu makalesinde işaret ettiğimiz, bir örgütler toplamı olarak değil ancak devrimci siyasette ısrar eden devrimcilerin iradi çabalarının da etkisiyle toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde kendini göstererek gelişen direniş iradesidir. Bugün ihtiyaç duyduğumuz devrimci inisiyatif, şu an için yine bir örgütler toplamı olarak gelişmeyecek, direniş iradesinin işçi sınıfının direnme eğilimleri ile buluşması ile mümkün olacaktır. Önümüzdeki süreçte Temmuz ve Güz aylarında işçi ücretleri, temel sosyal haklar ve bütçe ekseninde gelişecek mücadeleler pratik bir sınanma alanı olacaktır. 2024 yerel seçimleri ve 1 Mayıs’ı ertesinde, direniş iradesi gösterenlerin fikren ve pratik olarak da inisiyatif almak için öne çıkmaları gereken bir sürece girmiş bulunuyoruz. Yol uzun ancak yürümeyi göze alanlar yok değil. “Yürünemez” diye proje geliştiren, önümüze cam bariyerler örenlere geçmiş olsun. Yürüyenlerin de yolu açık olsun.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.